Merhabalar sevgili okur. Bir yılın daha sonuna geldik.
Eğitim- öğretim yaşantısı açısından kesintisiz bir sene olması beni oldukça mutlu etti. Haftada iki gün ve yalnızca yarım saatlik birer ders veriyor olsam da uzaktan eğitimden zerre kadar haz etmiyorum. Benim yerim haftanın beş günü sınıfım, çocuklarımın yanı.
Ailemi daha az gördüğüm, çokça sağlık problemi yaşadığım bir seneydi. 365 günde rahat 50 kutu ilaç, 20 kadar iğne ve 5 tane de serum almışımdır.
Daha önce bahsetmiş miydim hatırlamıyorum ama ben FMF (Ailevi Akdeniz Ateşi) hastasıyım. Bu hastalıkta atak geçirmemek için YORULMAK, UYKUSUZ KALMAK VE ÜZÜLMEK YASAK! :) 5-10 kez karın ağrısı şeklinde atak geçirdim ve hiç hoş günler değildi (hiçbir ilaç etki etmiyor çünkü). Bu ataklara neden olan da eşek bendim. Çünkü 2009da teşhis koyulmuştu ve o günden beri ömür boyu kullanmam gereken ilacımı hiç aksatmamıştım. Geçen sene bi doktor kafamı karıştırdı, daha iyi bir doktora mı görünsen, acaba gerçekten ömür boyu kullanmana gerek var mı? Biliyorsun uzun süreli kullanımda bu ilacın da zararları var dedi. O günden sonra aylarca kullanmadım ilacımı. Pandemiden dolayı doktora da gitmedim. Ve sonunda gerçek cevabı atak geçiren vücudum verdi. Atak olduğunu anladığım gün (son karın ağrımda yani) ilaca yeniden başladım ve kurtuldum. Karın ağrısı sorun değil, sorun her atakta başta böbrek olmak üzere tüm organlarımın zarar görüyor oluşu.
Bir gece yarısı, hava diye soluduğum şey SOG gibi nefesimi kestiğinde anladım, yaşıyor gibi yapmanın nafile bir çaba olduğunu. Sırtımda taşıdığım yüklerin her adımda daha da dibe çektiğini...
Beni terk edilmiş tren garları sessizliğinde bırakan hallerim, kimseye anlatamadığım...
Bir sigara içimlik daha kalsaydı, son kez hep seveceğim derdim belki.
Uyuyunca geçmez, kalk yolumuza devam edelim...
Delirmenin eşiğinde tek ayak üzerinde bekleyen bir çocuğum, aşağı düşmem için bir itişin yetecek. Ha düştüm, ha düşeceğim. Yarınsonu, uçurum...
Gözlerinde kayan her yıldızda seni dileyen, topraktan başka yerde yaşayamayan tırtılım. Uçup geleceğim gözlerine desem, birkaç günlük ömrüm feda olsun. Ama bilirim, onca yıldız içinde yazık olur rengarenk pullarıma.
Sabah doğan güneşten, gece beliren yıldızlara kadar oturulmuş bir bank sessizliğinde, biriken göz yaşlarımda boğdum senli hayallerimi. Sesini de sessizliğini de sevdim ben. En çok, hiç yokken özledim seni. Öylece, hiç var olmamış gibi, ardında bıraktığın enkaza rağmen gidişinde de sevdim...
Dar ağacına giden yamaçlarını koşa koşa tırmandım da elime batan kıymıklarına bir ah bile demedim. Dizlerimin dermanı kesildi de bir of demedim. Bazı yaralar vardır, yaratanından ötürü sevilir. Yaratan dediysem, sebep olan. Bende, ve bendeki bu şeylere sebep sen değil miydin?
Var eden değildin belki, şekillendiren sendin ve haberin olmasa da bu çürümüş bünyeyi ağır ağır yok eden sen olacaksın. Ve bundan hiç haberin olmayacak.
Gülerek asılmaya giden adamların hüzünlü cesareti var üzerimde. Çocukken de böyle aptal aptal gülümserdim ben. Babamın ilk tokadında da gülümsedim, ölümünde de.
Kahverengi gür saçları, içinde hayat varmışçasına -aslında herkesi kandırırcasına- parlayan yeşil gözleri, çizilmiş kadar simetrik kaşları ve uzun çenesiyle buradaydı.
Burada, bu yerde olmak var olmak demekti. Varlık üzerine düşündüğü, günlerce uykusunu bir tren garında bırakan adsız adam sonunda var olmanın yalnızca nesne olarak yer kaplamak olduğu kanısına varmıştı. Varlığın başlangıç, gelişme ve sonuç kısımlarını düşünmek anksiyete krizlerini artırıyordu.
''Yüzeysel yaşamalı dedi, yüzeysel düşünmeli. Mesela her sabah 8'de şu durakta on dakika önceden gelip otobüs bekleyen kadının gözlerindeki ölü bakışlarının sebebini merak etmemeli. Sonra neden sadece beyaz tişört giyindiği üzerinde de kafa yormamalı. Ama elinde değildi, bu arnavut kaldırımlar ya da kare desenli bir yerde yürürken taşları dörder dörder sayıp on altıyı bulunca tekrar başlayıp yol bitene kadar saymaya; çizgilere basmadan yürümeye çalışmaya benzemiyordu ki vazgeçsin. Bundan vazgeçmek kadının yüz hatları üzerinde düşünmeyi bırakmaktan daha kolaydı.
Merhabalar sevgili okur. Aylardır bloğu ihmal ettiğimi fark ettim. Fakat bu tamamen bedenen ve ruhen rahat olamamam durumuyla iniltili. Çünkü hüzünlü gizli özneniz yalnızca iyi ve sakin hissettiğinde yazmayı seviyor :)
Laptobumu okulda unuttuğum için en nefret ettiğim şey olan telefondan yazıyorum. Buraya yazarken tıpkı eskilerin daktiloda yazdığı gibi laptoptaki tuş seslerini duymak istiyorum çünkü :)
Gözlerinde başlayan, yine gözlerinde biten düşleri vardı kadının. Bazen mutluluktan, bazen kederdendi mavi, çocuk ağlayışları.
Siyah hırkasına sinen kokusu gitmesin diye dolabında senelerce sakladığı için mi olmuştu tüm bunlar? Neden birini her şeyden çok sevmenin bedeli okyanustaki kum taneleri kadar çoktu?
Nedendi tam güneş doğdu derken bu tutulma?
Böyle olsun istememişti. Son evresinde bir kanser hastası gibiydi bu aşkın zamanlaması. Bozuk saatlerin günde bir kez gösterdiği doğrularının kimseye faydası yoktu.
Birlikte rengarenk boyadıkları duvarları vardı oysa. Zemin katta olmasa, sular basmasa direnirlerdi; biliyordu. Ama hayalleri yüzme bilmiyordu ki...
Bir kalp kaç kez kırılabilirdi aynı yerinden, kaç kez bir çift kahverengi gözle tamir edilebilirdi?
Eski, rutubetli bir evin masmavi boyanmış kırık duvarı gibi hissediyordu. Çatlaklarından görünen yaralarını saklama çabası beceriksizce boyanmış bir maviden ibaretti. Her yağmurda, fırtınada çatlaklarından akan gözyaşlarına engel olamaması bundandı.
Daha güçlü olabilmesi gerekiyordu. Bu düzeni bozuk dünya için fazla hassastı.
Eyvah derlerdi halini görseler, eyvah!
Neyse ki evine kimseyi davet etmemişti. Öyle herkes giremezdi evine, duvarlarını aşmak kolay değildi.
Kırık cam teorisinde olduğu gibi her şeyi daha berbat edebilirdi bu.
Pandemiden, insanlardan, her şeyin tekdüze ilerlediği yasaklardan fazlaca sıkılmış, 27 yaşına girmesine 3 gün kalmış bir Gizli Özne olarak selamlıyorum seni.
Samandağ, İskenderun, Arsuz ve Erzin'e bu kadar yakınken her hafta sonu oralara gidememek mesela, kötü. Samsun'da üniversitedeyken (2012-2014) her gün kulaklığımı takar, bir sahil yürüyüşü yapardım. Bana göre dünyanın en huzurlu yeri orası. Zamandan ve tüm sorumluluklardan arınmış hissettiriyor çünkü. Böyle zamanlarda yanımda bir yürüyüş arkadaşı hiçbir zaman tercihim olmadı. Yürürken yalnız olmayı seviyorum. Genel olarak kendime ayırdığım zamanları seviyorum da diyebiliriz. (bencil pislik)
Denizde hepimize iyi gelen şeyler var. Gökyüzünde de öyle. Bize cazip gelen, her şeyin sonu varken onların sonsuza dek uzanıyor gibi görünmeleri bence. Ha bir de mavi sevdamız tabii.
Eskiden sıradanken şimdi lüks olan o kadar çok şey var ki. Hepimiz iyiyiz diyoruz, sürece adapte olmuş gibi görünüyoruz. Bence pandemi sürecinden sonra hepimizin birer psikoloğa ihtiyacı olacak.
Ne düğünler düğün gibi, ne ölümler. Kalabalık arkadaş gruplarıyla bir şeyler yapmayı delicesine özledim. Özlediğim çok şey var.
Biliyorsunuz, okullar yeniden açıldı. Bir çocuğun kalbine dokunabilmek öyle kolay değil. Öğrencilerimin çoğu için bunu yapabildiğime inanıyorum. Öyle boş bir inanç değil, onların davranışlarına dayanarak söylüyorum bunu. Ama onlara dokunamamak çok koyuyor. Birkaç ay önce yeğenim geldi. Bir gaflete düşüp çocukların önünde öptüm onu. Bir çocuk için öğretmeninin onu öpmesi ne demek bilir misiniz? Ya da başına dokunması, bir şey vermesi, elini tutması, evine gelmesi... Ben gözlerinde o mutluluğu defalarca gördüğüm için çok iyi biliyorum... Şimdi bunların hiçbirini yapamıyorum ve bu eksiklik canımı sıkıyor.
Evleneli 10 ay olmuş. Bize bir iki ay gibi geliyor. Gün içinde zaman hiç geçmiyor gibi hissetsek de şöyle bir bakınca 27 senenin nasıl geçtiğini bile anlayamadım. Hamdım; piştim, yandım demek isterdim. Ama hamdım; hamım, ham ham olacağım sevgili okur :)
Büyüyemedim ki ben daha, inanmıyorsanız içimde kıpırdanıp duran yaramaz çocuğa sorun :) Bi tweet görmüştüm eskiden 30 yaşındakiler büyük gibi gelirdi şimdi ben o yaştayım ama hala küçük hissediyorum gibi bir şeydi. Şimdi kendime bakıyorum da gözaltı morluklarım ve yorgunluğum dışında hiç de 27 gibi hissetmiyorum :)
Bu aralar oldukça durgunum. Canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Mutfak masasında doğmuş ve mutfak masasında sigara ve kahve içerek ölecek gibi hissediyorum kendimi. Biz bu eve boşuna iki oda mobilya almışız zaten, kullanmıyoruz ki :)
İnsanlardan delicesine kaçma ve delicesine bir arada olma ikilemi arasında gidip gelmek de yorucu. Mesleğe başlamadan önce melekmişim ben, dünya toz pembeymiş. Her şey mükemmelmiş. Ailemin sunduğu imkanlar, karşılaştığım insanlar, hepsi o kadar güzelmiş ki. Ben cam fanusta büyüyen, hiçbir zorluk görmeyen (sınav hazırlık stresleri ve bazı sağlık sorunlarım dışında) bir prensesmişim.
Sonra -4 sene önce- bir şey oldu. Cennetten dünyaya atılmış Havva gibi tiksintiyle bakar oldum etrafıma. Çıkarlar, küçük hesaplar diye bir şeyler olduğu, iyiyken herkesin iyi olduğu ama kötüyken bir insanın tek kalemde harcanabileceği, birine iyi demek için erken davranmamak gerektiği, ya da hayatta kalmanın insanlar için ne kadar zor olduğu, maddi sıkıntıları gibi; anladın işte sen olayı sevgili okur. Diyorum ya işte, ham ham olmaya devam ediyorum :)
Facebook'daki hayat okulunu bitiren deliganlu amcalarla tanışmak isterim :)
Üniversite için 18 yaşında evden çıkacağım gün babam karşısına almıştı beni. Hayatımdaki ilk ciddi konuşmamızı o gün yapmıştık. Bak kızım demişti, sen haksızlığa gelemiyorsun, hassassın, şöylesin böylesin... ayrıntısı bizim aramızda. İşte böyle olursan sen 40 yaşına gelmeden kanser olup ölürsün. Ahaha babam böyle demişti işte. Her şeye sahip olduğum, sevdiklerim tarafından oldukça değer gördüğüm, sevdiğim mesleği yaptığım güzel bir hayatım var ama gerekli gereksiz şeyleri o kadar takıyorum o kadar sinir stres yapıyorum ki. Değmez yavrum, değmez annem. Bak eşek kadar oldun len 35 yarısı diyorlar kendine gel kendineeee :)
Yetişkin Gizli Özne'den içindeki çocuğa notu olsun bu da. Allah'tan yeni yaşımda sevdiklerim ve bu postu okuyan herkesin çok iyi olmasını, kalbinden geçen her şeyin gerçekleşmesini diliyorum. Ama en başta herkes için sağlık diliyorum. O olmayınca hiçbir şeyin tamam olmadığını son bir senede en acı kayıplarla öğrenmedik mi? Sağlıkla kalalım nolur. Yel essin kokumuz gitsin sevdiklerimize ama biz bir yerlerde hep iyi olalım.
Ablamlar ve abimler doğum günü hediyemi erken göndermişler. Ben eve hiç aksesuar almadım. Mudo'nun aksesuarları sade ve çok orijinal. Ama fiyatları bayağı tuzlu olunca, eşyalar henüz netleşmemiş olunca zamanla zevkime göre alırım demiştim. Yeni gelinler sağ olsunlar beni başta magnolia ve pembe renk şaşaalı eşyalardan soğuttukları için öyle antin kuntin süslü şeylere hevesim yok. Gerçi hiçbir zaman olmamıştı da :) Her zaman sadelikten yanayız efendim. Neyse, hediye diyordum. Çocukluk arkadaşım çook güzel sarı bir cüzdan almış. Ablamlarsa görseldeki tatlış tabloları almışlar. Yapıştırıcı sipariş ettim gelmesini bekliyorum, oturma odasına çok yakışacaklar :)
Okul açılmasaydı memlekete sürpriz bir ziyaret yapacaktım. Eşim yoğun çalıştığı için tek gitmek durumunda kalıyorum. Sağlık olsun. Temmuzda gideceğim artık. Yazımı bitirirken gözüme bir şey kaçtı. Ağlamıyorum ama, cidden :)
Bu aralar Cihan Mürtezaoğlu şarkılarına fena halde sarmış durumdayım. Benden size gelsin efendim :)
Sabahları uyandığında, geceleri uyuyamadığında, yüzünü yıkarken, bir şeye bakarken, bir şey dinlerken, bir kediyi severken, ağlarken ve gülerken hep aynı şeyi düşünmektir.
Elini her uzattığında yakan; tutunmazsan uçuruma düşeceğim sandığın kızgın bir demirdir.
Her yerinde dağlanmış izlerini gururla taşımaktır bir ömür
Koskoca gökyüzünde sana nefes olacak tek bir alan kalmamış gibi hissetmektir yokluğunda
Batıla Hak gibi inanmaktır yeri geldiğinde...
Paramparça olup kendini yeniden birleştiren
Ardından yeniden parçalanan bir kısır döngünün içinde kalmaktır.
Aldığın nefesin boğazından başlayarak kalbine kadar bir bıçak gibi kestiği anlarda gık bile diyememektir.
En sevdiği mevsimin, en sevdiği saatleriydi. Üşütmeyen, yakmayan. Konforlu ama konforsuz.
Kafası henüz yeterince iyi değildi. Birkaç tek attım mı o da tamamdı.
Dışı güzel çağın içi çürümüş insanları olarak taktığımız iyiyim maskeleriyle birlikte bir gün yok olacağımız o muhteşem anın özlemiyle yanıp tutuşuyoruz, dedi yanına gelen yaşlı adama.
Adam bir genç kadından böyle esaslı, kendinden büyük cümleler duymuş olduğuna şaşırarak gülümsedi. Sonra üçüncü sayfa haberlerine göz attığı gazetesine gömüldü yeniden. Kadının işine gelmişti bu durum.
Adamla yapmayı hayal ettiği doğu ekspresi turuydu bu. Ne eğleneceklerdi ama. Yani bundan adamın haberi yoktu ama hayatlarındaki ilk ve belki de tek güzel yolculuk bu olacaktı. Ankara'da buluşacaklardı ve Kars'a kadar yol boyunca hiçbir ağacı, hiçbir hayvanı ve bulut parçasını kaçırmayacaklardı. Bazen adamın gözlerine kayacaktı gözleri, bazen uyuyacaktı omzunda ama bu eşsiz manzarasından bir şey eksiltmeyecekti.
Günün anlam ve önemine binaen söylenecek tek bir söz, tek bir bakış yoktur. Mavi bildiğin sabahları Dali maskeli adamlar katran karası düşlere boyamıştır. Göz kapaklarındaki ağırlık, yaşanmış veya yaşanması mümkün olmayan ukdelerle doludur. Bundandır uykulu, aksi hallerin.
Kaçta uyuduğun, kaç kabus gördüğün ya da kaçta uyandığın şairlerin işi değildir. Zaten artık şair burada ne demek istemişteki şair de sen değilsindir.
Kelimelerin ve davranışların gücüne inanırken dağ gibi duran bazı şeylerin nasıl da sarsıldığı, kendini tam bırakacakken, çakılların her yerini kanattığı bir düşüşe şahit olman bundandır.
Geceleri odanı sonsuz bir gökyüzü gibi kullansan, tek bir yıldız olmayan bulutlu bir an düşerdi hissene.
''1'' sayısının anlamını hiç düşündünüz mü? Ben çok düşündüm. En çok da gençliğinin en güzel yıllarını sevdiklerinden uzakta, dağlarda geçiren özbeöz vatan evlatlarının üç beş şerefsizin hain tuzaklarını, kancık planlarını tarihe gömmek için çıktıkları yoldatarih yazdıklarında düşündüm...
Ailelerinin bin bir zorlukla büyüttüğü, şanlı bir doğumdur; sonu şehadete çıkan
Başta yürekli bir annenin, şerefli bir babanın vatan sevgisiyle yoğurduğu bir yürektir
18 yaşta ilk aşktır, sonu nasıl biteceği bilinmeyen, özlemlerle yoğrulan
Gündelik zevklerden uzakta, sıcak bir yatakta yatmanın, duş alabilmenin lüks sayıldığı
Tiksinilen sigaraya vazgeçilmezin olarak bakmaktır bir müddet sonra
Bir kız kardeştir, abiye hasret, gönlünde bir korla yaşamaktır.
En sevdiğin yemekleri bir gün de olsa annenin elinden yiyebileceğinin hayalidir.
Bilirsiniz, geceleri kendimle kalmayı severim. Olmayan bir hüznü yaşamayı şarkılarla...
Günlerim nasıl geçiyor olursa olsun bu hüznü yaşamayı ve yazıya dökmeyi seviyorum. Cem Adrian- Sana Bunları Hiç Bilmediğin Bir Yerden Yazıyorum şarkısını dinliyorum. Bir de kül şarkısı var ki bir saatlik versiyonunu açıp uzun uzun dinliyorum. Cem Adrian bağımlılık yapıyor. Sesi hiç eksik olmasın hayatımızdan...
Okullar yeniden tatil edildi. Evi yakın birkaç eş dostla görüşüyorum, onun dışında tüm sevdiklerim uzakta. Telefondan görüşmek durumunda kalıyoruz. O durum üniversiteye başladığım günden beri böyle. Kahrolsun bazı özlemler diyoruz efendim...
Herkesin bir evi vardır. Başını soktuğu, uyuduğu, yemek yediği, ağladığı, ağlattığı, içtiği, kahkahalar içinde dostlarıyla oturduğu...
Ev dediysem, bildiğiniz evlerden değil. Vücuda kan pompalamaktan başka işi olmasa dediğimiz aptal bir organ bu ev.
Bedenler ne kadar büyük olursa olsun birçoğumuzda küçük bir serçe kadar narin, kırılgan...
Evi yanmışlara sorarsak en güzel tuğlalardan, panjur ve parkelerden oluşmuş. Duvarları fildişi ve maviye boyanmış...
Tam ortada sevdiklerine yer yapılmış. Sonra birden, nereden geldiğini bile anlamadığı biri evin en güzel köşesine tahtını alıp gelmiş. Başta garipsemiş, bu aidiyet duygusu ağır gelmiş. Sonra tahtı da, varisini de her şeyden çok sevmiş.
Ağzının, dudaklarının kenarında hafif bir tebessüm oluşturmak için hangi yollarda koştuğumu, hangi dikenli tellerin üzerinden kanaya kanaya atladığımı, hangi mayınlı arazilerden gözü kapalı geçtiğimi bir gün anladın mı?
Bir gün, özlemin dağlanmış bir demirle kalbe vurulan darbelerden daha beter olduğunu
Kırılan bir kalbin kilometrelerce öteden duyulabilecek sesini dişlerini sıka sıka sessizliğe nasıl gömdüğünü
Her gelişin binlerce vazgeçişe yenilmek olduğunu gördün mü?
Gözlerimden akan, kalbine ulaşmayı bir türlü başaramayan gözyaşlarımın çetrefilli yolculuğunu bilir misin?
O yolculukta maviler var; gökyüzü ve denizler...
Yeşiller, türlü türlü çiçekler... Çiçeklerin bana göre en nahifi olan papatyalar var.
En güzel kelebekler var, ömürlerinin kısalığına aldırmadan oradan oraya uçan
Sana anlatmak istediğim hikayeler var sonra, sonu nadiren mutlu bitenlerden...
Yolun sonu karanlık, yolun sonu çıkmaz. Sokakta bir çöpçü, kara kedi, sokak lambası, bir sevilmeyen.
Dördü de birbirinden yalnız. Dördü de birbirinden çaresiz. Tek umutları her gece bıkmadan ışığında umutlarını saklayan ay.
Hayat kötü, hayat yorucu. Nefessizlikten değil de alınan nefeste bile boğan cinsten...
Sevilmeye değer onca şeyin arasından öylece geçerken gözlerim iliştiyse gönlünün gömleğine, tek tek düğmelediysem sevgimi ömrüne
Dikenli ve yokuşlu yollarını yalınayak koştuysam
Bazı acıları bazı mutluluklara değiştiysem uğruna
Bunca sevmek içinde, bu sevgisizlik nedendi?
Bu hikayenin ismi Sevilmeyen'di.
Sevilmeyen bir kadının ayaklarından saç uçlarına kadar nasıl kırıldığını anlatıyordu.
Günlerin aynılığı, insanların sahteliği oldukça bunaltmışken; işi düşünce herkesin sevdiği, kalbini kimse dokunmasın diye avuçlarının arasında sıkı sıkı tutan biri nasıl olursa öyleydi.
Bu böyledir. Kalp avuçların içinde güvendedir sanırsın önce. Avuçların terler, düşmesin diye daha sıkı tutarsın. Canın yanar, yine de bırakmazsın. Kirlenmemiş sandığın ama aslında hep kirli olan duyguları yine ve yeniden yaşamaktan korkarsın delice.
Korkuyordu elbette. Kalp öylece bir başkasına emanet edilemezdi ki. Bu öyle kolay değildi. Sevmek nedir bilmeyen biri için bu kısa yoldan intihar demekti. Ama son yıllarda öğrendiği en büyük öğreti hayatta her şeyin mümkün olabileceğiydi. Hikayeler hiç beklenmedik zamanda esaslı adam ve kadınla başlardı.
Her birine çiçekler bahşettiğimiz, çoğu zaman bir anne:
Karnında ilk hissettiği andan itibaren bir canlıya ömrünü adayan varlık...
Bir şey mi oldu, neden az yiyor, gazını çıkarayım, geceleri daha çok uyusun, şu vitaminleri alayım, boyu uzasın, acaba az mı ilgileniyorum, sütüm yetiyor mu, ek gıdada neler lazım, hangi bez en iyisi, şampuanı özel olsun, bana bakışı var ya, vicdan azabı, vicdan azabı, vicdan azabı...
İşe başladım yalnız kaldı, bakıcı iyi mi, aç kalıyor mu, bensiz daha kötü olacak. BEN KÖTÜ BİR ANNEYİM. Vicdan azabı, vicdan azabı...
Öğretmen araştırması, en iyi okul, eşyalar, yavaş mı öğreniyor, okula kim götürecek, babası daha çok ilgilense iyi olacak, parka daha çok çıkarmalıyım, oyuncak, eğitici oyuncak, pamuklu giymeli, doğal şeyler yemeli, iştahsız bu sıralar, hasta oldu, uykusuz geceler, ateş, vicdan azabı...
''Aynı gökyüzüne bakmak, senin de baktığını bilmek. Aynı şarkıları dinlemek, bazı eşyalara gerçekte olduğundan daha farklı anlamlar yüklemek...
Bunlar aslında hep ayrı yerlerde ama aklı, kalbi her an ''seninle birlikte'' yaşayan benim lanetimdir.
Lanet dedimse, hayata tutunmama yarayan tek şey bu elimdekilerdir sevgilim.''
Yazdı kadın. Söylemekten çok hoşlanmazdı, belki de korkardı. Bu nedenle söylemekten çekindiği şeyleri yazarak ifade ederdi. Bu da o anlardan biriydi.
Bu lanet, büyük kısmının özlemden geçtiği sevdaların en güzel yanıydı. Bunu, yıllar sonra dönüp baktığında anlayacaktı...
Bir insanı gerçekten sevmek, iki kişilik düşünmekten geçiyordu. Her adımda, her anında. Kadının en sevdiği yazar olan Oğuz Atay'ın bu konuyla ilgili elbette bir sözü vardı ''Kendimle konuşurken bile onun hoşuna gitmeye çalışıyordum.'' diyordu Atay. Aynen öyleydi...
Yürüyordu koşar adım. İleri değildi, oysa hep ileri doğru olurdu yürümek...
Bu kez yükseliyordu yürürken, bulutlara doğru. Gökyüzü mavi olmalıydı; oysa zifiri siyahtı şimdi.
Maviden siyaha çalmış renkleri kendinden bilirdi. Bu yüzdendi oraya doğru yürümesi...
Güneş olmalıydı şuralarda bir yerde; ama bu güneş değil, ateş topuydu. Işıktan öte sıcaklık hissediyordu yükseldikçe. Et ve tırnağın birbirinden ayrılması gibiydi bunun acısı...
Etrafında yıldızlar vardı. Yıldızlar sabit değildi, hepsi üzerine üzerine geliyordu.
Sabahları erkenden uyanmak, işe gitmek, borçla bir şeyler almak, sonra onları ödemek için daha çok çalışmak. Şansın varsa kalbine göre birini bulup evlenmek. Daha çok çalışmak. Çocuklar için çalışmak, yine şansın varsa kendine ait bir evde son nefesini vermek...
Sahi bu muydu yaşamak?
İnsanoğlu bilmiyordu. Hayatındaki en kıymetli şey olan zamanın ne demek olduğunu bilmiyordu. Aslında her şey paradan değil, zamandan ibaretti.
Uykusuzluk bir zaman gerektiriyordu. İşe gitmek, çabalamak, para kazanmak zaman gerektiriyordu.
İnsanları tanımak, sevmek zaman gerektiriyordu. Zamanını vermediğin hiçbir şeyin senin olmaması, bir kalp için de geçerliydi. Bir yabancı, zamanla her şeyin oluveriyordu.
Özlem; beş harf, iki hece. Günlerin, gecelerin ya da mevsimlerin anlamını kaybettiği en büyük kelime. Söylenmesi zor, tadı kekremsi. Yürekte derin iç çekişler bırakan, dilde çoğu zaman sükutla, ö(z)lem dileği ile yaşamak...
Kadın için sapasağlam sandığı kalelerin kum gibi dağıldığını gördüğü günler gelmişti. İlk dağılışı değildi elbette, ama bu kez farklıydı. Dağılışını bile sever miydi insan?
Tek bir soru sormayacak kadar sevdin mi? diye bir replik okumuştu.
Sonra ona kendi repliğini yazdıran hayata gülümsedi:
Sen hiç birini
Yokluğunda bile hep varmış gibi
Konuşarak ama hiç cevap alamayarak sevdin mi?
Çünkü ölüler konuşamazdı. Henüz teknoloji o kadar gelişmemişti. Black Mirror dizisi geldi aklına sonra. Orada bir bölümde kadının eşi ölüyordu -ya da adamın o kısmı zihninde bulanıktı- ve tıpatıp ona benzeyen üstün teknoloji bir robot satın alıyordu. Başta mutlu oluyordu, eskisi gibi vakit geçiriyordu eşiyle. Sonra hareketlerindeki, karakterindeki farklılıklar yüzünden çıldıracak dereceye geliyor ve ondan kurtulmak istiyordu.
Sevmek de böyleydi işte. Bedenler değil, ruhlar üzerinden olurdu ancak. Bir insanı o yapan şey tamamen karakteriydi.
Yani şimdi ona çok benzeyen bir adam girse kapıdan içeri, onun gibi bakabilecek miydi?