Hayat…
Neleri getirir, neleri götürür bilinmeyen; düşünce yâre, yaralar içinde de olsan kalkıp yola devam etmek zorunda olduğun cehennemin bir fragmanı haline gelebiliyordu. Acıtıyordu, acı değil de bu işkencenin sürekliliği mahvediyordu kadını. Yokluğun diyordu, en büyük acım…
Yıllarca özlem duymuştu. Kokusunu bile unuttuğu birine sevdalanmıştı. Gözlerindeki hiç büyümeyen çocuğu görmüştü dağ gibi gövdesine inat, oradan gamzeleriyle gülümserken göz kırpan…
Adam hep uzaktaydı. En kutsaldaydı. Vatan için, millet için
dağlardaydı. Birlikte poz verdikleri bir fotoğrafları bile yoktu uzun zamandır.
Ama aynadaki yansımasında gördüğü yüz adamdı, yolda yürürken gördüğü bir
yabancı, içi yana yana dinlediği bir şarkı adamdı…
Adam için kadın nefes almakta zorlandığı günlerde bir
gülümseme sebebiydi belki de. Belki de tatlı bir baş belası. Tüm yorgunluğu, tüm
yoğunluğu unuttuğu…
Bu bahar gelecekti. Bu bahar gelmemişti ki…
Bu bahar gelememişti. Havalar hiç ısınmamıştı. Kadın bu yaz hep
üşümüştü. Hem de içi alev alev yanarken.
İçindeki tüm ağaçlar köklerinden, topraklarından ve içindeki canlılardan
olmuştu…
En güzel kelebekler, papatyalar kül olmuştu. Artık hiçbir
canlılık belirtisi kalmamıştı içinde. Bundandı üşümesi…
Artık nereye baksa adam, nereye baksa acısı olmuştu.
Cenazesinde en öndeydi, gururla. Kırgındı, son kez
görememişti. Kahpe bir kurşunla dağ gibi bir adamın bu dünyadan göçüp gitmesi
akla mantığa sığmıyordu. Düşündükçe aklını kaçıracak gibi oluyordu. Vatan sağ
olsun dedi, başını dik tuttu yine de.
Gündüzleri daha sakindi, geceleri kimseler duymasın diye
yüzünü bastırarak ağladığı yastıklar şahitti ki bu dünyadan göçüp giden
yalnızca adam değildi, kadın da artık yaşayan bir ölüydü…
Şanlı üniformasını her gün koklayıp, ölmeyi dileyerek
uyuyordu. Her sabah ölmediğine lanet ederek uyanıyordu…
Dedim ya; acı değil, süreklilikti dayanılmaz olan. Yokluğun
diyordu, en büyük acım…
ah evet yaaa.
YanıtlaSil